8 Aralık 2015 Salı

Başkanlık Sistemi ve Çok Başlılık

1 Kasım'dan sonra Türkiye'de mevcut sistemin iki başlılığa sebep olduğu bunun da "çok sevseniz dahi sorun yarattığı" şeklinde argümanlarla eleştirilerek, başkanlık sistemi istendiğini görüyoruz.

Başkanlık sistemi savunucularının dayandığı temel argüman parlamenter rejimin iki başlılık sorunu yaratması olarak ortaya çıkıyor. Ben de bu konuyu irdeleme kararı aldım.

Dünyanın bütün sistemlerinde yasama, yürütme ve yargı erklerinin pozisyonlarında bir ayrılık vardır. Bunlar arasında ayrılığı en keskin olan yargıdır. Yasama ve yürütme ise daha hafif bir ayrılık durumundadır.

Başkanlık sisteminde yasama ve yürütme arasında kesin bir ayrılık vardır. Yapılan 2 seçim ile yasama ayrı, yürütme ayrı seçilir. İkisi de irade-i milliyeye dayanır.

Parlamenter sistemde ise tek seçim vardır. Yasama seçimi yapılır, meclis oluşur. Meclis içinde çoğunluğu olan grup içinden de yürütme oluşur. İrade-i milliyeye dayanan meclistir, yürütme de meclise dayanır.

Şimdi buna baktığınızda bile aklınızda soru işaretleri oluşmaya başlamıştır. Tek seçimin olduğu parlamenter sistem mi çok başlılığa sebep oluyor yoksa iki seçim olan başkanlık sistemi mi?

Türkiye'deki çok başlılığın sebebi parlamenter sistem değildir, bilakis parlamenter sistemin yanlış kurulmuş olmasıdır. Cumhurbaşkanının yetkileri azaltılsa ve cumhurbaşkanını yine meclis seçse, bu çok başlılık söz konusu olmaz. Esas çok başlılık başkanlık sisteminin sorunudur.

Bugün dünyada bütçesi meclisten geçmediği için resmi daireleri tatil eden tek bir parlamenter sistem yoktur. Ancak ABD'de yürütmenin bütçesini yasama onaylamadığı için resmi daireler tatil edildi daha 1 sene önce. Neden? Çünkü meclis çoğunluğu ile yürütmenin siyasi görüşleri farklıydı. Meclis istemedi, yürütmenin elini kolunu bağladı. İşte budur çok başlılık ve bu başkanlık sistemindeki bir problemdir.

Parlamenter sistem tek başlıdır. Meclis çoğunluğu kimdeyse yasama da yürütme de onun elindedir.

Başkanlık sistemi iki başlıdır. Mecliste ayrı bir yapı, yürütmede ayrı bir yapı vardır.

Türkiye'de tek başlı bir yapı isteniyorsa, başkanlığa geçmek bunu çözmez aksine daha güçlü bir iki başlılık durumunu yaratır.

Türkiye'de tek başlı bir yapı isteniyorsa, demokrasi zarar görmeden bunu yapmanın tek yolu parlamenter sistemi güçlendirmektir. Cumhurbaşkanının yetkilerini azaltmak bunun temel şartıdır.

Parlamenter sistemi kaldırarak bir tek başlılık sağlayalım deniyorsa bunun demokrasi içinde olması mümkün değildir. Şeklen başkanlık sistemine benzeyen ama tek başlılık hedefleyen bir rejim, demokratik bir rejim olamaz.

Başkanlık sistemi gelsin ve bu da tek başlı olsun denemez. Zira başkanlık sistemi tek başlı değildir.

Türkiye'ye getirilmek istenen şey tek başlı bir yapıdır ve ne parlamenter sistemle ne de başkanlık sistemiyle uyuşmayan bir standart dışı modeldir. Bu da Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının, tek parti iktidarına dönüşmesini sağlamak için ortaya atılan bir tartışmadır.


18 Kasım 2015 Çarşamba

Avukatlık Staj Rehberi 2. Bölüm

İlk bölümde sizlere başvuru, soruşturma ve dosya hazırlığı aşamasını anlatmıştım. Kaldığımız yerden devam edelim.

Soruşturma raporunuzu verdikten sonra, size verilen tarihte aradığınızda yeniden bir tarih verilecek ve o tarihte erkekler sakalsız, genel olarak da kot pantolonsuz ve resmi giyinilmiş biçimde saat 09.30'da staj kuruluna gelmeniz söylenecektir.

Size 09.30'da gelin denir ama toplantı 10.00'da başlar. Bu nedenle acele etmeyin. En iyisi 09.45 gibi orada olmak. Tanıdığınız biriyle aynı dönemde staja başlamıyorsanız, orada beklerken sıkılıyorsunuz.

10.00'da toplantı başlıyor. Önce staj kurulu sekreterliğinden bir görevli staja ilişkin genel bilgiler veriyor.

Stajın süresi, staj süresince TBB tarafından GSS kapsamında olacağımız, haftada 2 saat baroda ders göreceğimiz, derslere katılım zorunluluğu olduğu yıllık toplam 18 saat devamsızlık hakkımız olduğu, kimlik kartlarının ne zaman verileceği, derslerin ne zaman başlayacağı gibi bilgiler verildikten sonra o günün işlerine ilişkin bilgilendirme de yapılıyor.

O gün, stajınızın ilk günüdür.

Size bir dosya veriyorlar, dosyanın içinde baro tarafından adalet komisyonuna yazılmış bir dilekçe, sizin daha önce verdiğiniz mezuniyet belgesi ya da diploma fotokopisi ve nüfus kayıt örneğiniz ile ABAYS katılım dilekçesi yer alıyor.

ABAYS, baro yardımlaşma sandığı demektir. Onun stajınızla bir ilgisi yok. O belgeyi ayırıyorsunuz ve kalan 3 belge ile dosyayı, Ankara Adliyesi 4. katta bulunan Adalet Komisyonu'na götürüyorsunuz. Kapının yanındaki panoda stajyer avukatlarla ilgili duyurular var, anlarsınız odayı.

Sizden dosyanın üzerine ad soyad, sicil ve telefon yazmanız isteniyor. Sicil numaranız, baronun komisyona yazdığı dilekçenin sayı bölümünde yazıyor. Adalet Komisyonu'ndaki memur gösterir hangi numara olduğunu.

Dosyanızı verince size aynı gün için bir saat söyleniyor. Mutlaka öğleden sonra oluyor saat. Yani arada 2-3 saat boşluğunuz oluyor.

Örneğin siz 10.00'da barodan dosyanızı alıp, 11.00'de adliyeye getirirsiniz. Size 14.30'da gel derler. Acele etmeyin, 14.30'da gel diyorlarsa 15.00'e doğru gidin. Bu şekilde yeniden gittiğinizde, size 3. kattaki bakanlık irtibat ve muhabere bürosuna inerek, staj yapacağınız savcının adının verileceği söyleniyor. Aşağı iniyorsunuz ve beklemeye koyuluyorsunuz. Büronun kapısında saat yazar, o saati bekliyorsunuz.

Saat geldiğinde bir memur çıkıyor ve bağırarak isim okuyor. İsminiz okununca kağıdınızı alıyorsunuz. Kağıdınızda savcınızın adı yazıyor. Büro kapısının karşısında savcı listesi var. Oradan savcınızın oda numarasını buluyorsunuz ve savcınıza gidiyorsunuz. Saat zaten 5'e yaklaşmış oluyor. Savcınızla kısa bir görüşme yapıyorsunuz ve stajınızın ilk günü tamamlanmış oluyor.

Ankara Adliyesi'nde ilk 15 gün savcılıkta geçiyor. Savcının direktifleriyle bağlısınız. Hakimlik sınavına hazırlanıyorum falan derseniz çok sıkmıyorlar.


17 Kasım 2015 Salı

Avukatlık Staj Rehberi 1. Bölüm

Avukatlık stajı hakkında bildiklerimi bölüm bölüm paylaşmak istiyorum. Ben Ankara Barosu'nda olduğum için ona göre anlatacağım haberiniz olsun.

Staj başvurularını her zaman yapabilirsiniz. Baronun staj kurulu sayfalarında gereken belgeler yazıyor.

1. Diploma ya da mezuniyet belgesinin "aslı gibidir" onaylı 4 fotokopisi
Diploma ya da mezuniyet belgenizin fotokopilerini çektirip fakültenizde onaylattırabilir ya da noter onayı yaptırabilirsiniz. Okul ücretsiz yapıyor, tercih sebebi.

2. Nüfus kayıt örneği (4 adet)
İlçe Nüfus Müdürlüklerinden kolaylıkla alabileceğiniz bir belge. Memur, nereye vereceğinizi sorarak belgeye bunu not düşüyor, baroya vereceğinizi yazdırın.

3. Yerleşim yeri belgesi (2 adet)
Nüfus kayıt örneği ile aynı yerden, aynı şekilde alınıyor.

4. Sağlık raporu (2 adet)
Aile hekimliği ya da hastaneden alınabileceği belirtilen bu rapor için en kolayı aile hekiminize gitmek. Ancak aile hekimleri bazen sorun çıkarabiliyor. Israr edin, bir rapor versin. Zira kimse o rapora bakmıyor bile.

5. 6 adet fotoğraf
Fotoğrafın erkekler için kravatlı olması gerektiği belirtilmiş. Kadınlar için bir şart yok.

6. SGK ile ilişiği yoktur belgesi
SGK İlçe Müdürlükleri, avukatlık stajı için nasıl bir belge vereceklerini bilemiyor. Bu nedenle sorun yaşamamak için Mithatpaşa Caddesi'ndeki SGK Genel Müdürlüğü'nün yan bloğundaki SGK biriminden belgeyi almanızda fayda var. Oradaki memur, avukatlık stajı için dediğinizde doğrudan belgeyi veriyor.

7. Adli sicil kaydı (2 adet)
E-Devlet üzerinden alabilirsiniz.

8. Takdim yazısı (2 ayrı avukattan 2'şer adet)
Baronun sitesinde belirtilen matbu yazıdan 4 adet çıkarın ve 2 tanesini bir avukata, 2 tanesini başka bir avukata imzalatın. Buradaki tek şart, avukatların o ilin baro levhasına kayıtlı olması. Benim imzalattığım iki avukattan birisi o anda avukatlık mesleğini aktif olarak sürdürmüyordu bile ama baroya kayıtlıydı.

Tanıdığı avukat olmayanlar bu yazıyı, Sıhhiye'de herhangi bir avukatlık bürosuna girerek rica ile temin ediyorlarmış. Hukuk fakültelerinde avukatlık da yapan çok hoca vardır, hocalarınızdan da isteyebilirsiniz. Ben öyle almıştım takdim yazısını.

9. Bildirim kağıdı (2 adet)
Hazır biçimde var, çıkartıp, doldurun.

10. Dilekçe (2 adet)
Bu da matbu dilekçe.

--- Belgelerde yazmıyor ama bir de nüfus cüzdanı fotokopisi istiyorlar ---

Bu belgeleri toplayıp, Ankara Barosu Staj Kurulu'na gidiyorsunuz. Staj Kurulu Sekreterliği size bilgi formu ve dosya veriyor. Bilgi formunu doldurup, belgelerinizi dosyaya yerleştirip teslim ediyorsunuz.

Dosyanızı teslim ettiğinizde size bir tarih veriyorlar. Ortalama 1 haftalık bir süre oluyor.

1 hafta sonra gittiğinizde, sizin hakkınızda soruşturma raporu yazacak olan avukatın adını, adresini, numarasını veriyorlar ve bir zarf tutuşturuyorlar elinize.

Zarfta, ilgili avukata gidecek bir soruşturma raporu yazma talebi var. Zarfı açmıyorsunuz ama.

Benim avukatım Yüksel Caddesi'ndeydi, yakındı aramadan gittim. Ofisteydi, olayı anlatıp, zarfı uzattım. Hemen soruşturma raporumu yazdı. Raporda nerede oturduğunuz, kiminle yaşadığınız, SGK kaydınızın olup olmadığı, çalışıp çalışmadığınız gibi bilgiler yer alıyor. Avukat sizden bununla ilgili sözlü bilgi isteyebilir. 10 dakikada raporu yazıp verdi. Ofisinin kapısına kadar da uğurladı. Böyle meslektaşlar olunca insan mesleğini seviyor.

Siz bu raporu yeniden staj kuruluna götürüyorsunuz. Onlar raporu alıyor ve size yeniden bir tarih veriyor. Yine ortalama 1 hafta atıyor süre. Verilen tarihte arayıp, dosyanızın gündeme alınıp alınmadığını sormanız söyleniyor.

Verilen tarihte arıyorsunuz, "dosyamın gündeme alınıp alınmadığını soracaktım" diyorsunuz.

Belgelerinizde bir eksik yoksa sorun olacak bir aşama değil. Dosyanız gündeme %99.9 ihtimalle alınıyor. Orada size yine bir tarih veriyorlar ve yine 1 hafta atıyor süre. Bu verilen tarih artık stajınızın başlama tarihi. Onu da size söylüyorlar. Erkekler için sakal yasak, genel olarak kot pantolon yasak. Resmi bir kıyafetle verilen tarihte baroya gelmeniz söyleniyor.

Buraya kadar anlattığım kısım, staja başlamadan önceki aşamadır. Bu aşamada başvuru, soruşturma ve staj dosyası hazırlığı yapılır.

Daha sonraki aşamalar için diğer bölümlere bakın.

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Reel Kesim ve Faiz-Kur İlişkisi

Son dönemin sükseli tartışması, faiz ve yatırım tartışmasıdır. Hükümet ve saray cephesi, faizler düşerse yatırımlar artar, durağan ilerleyen ekonomi canlanır diye düşünüyor.

Hakikaten de yüksek faiz, yatırımların önünü keser. Kredi bulmak zorlaşır, kredi ödemeleri zorlaşır ayrıca özkaynaklar da yatırım yerine faize yatırılır.

Ama işin derinine inerseniz ve ülkenin koşullarını düşünürseniz durum farklılaşır. Bugün Türkiye'de arz yönünde bir sıkıntı yoktur. Yeni yatırım yaparak, arzı artırarak hangi tüketim talebini karşılayarak ekonomi büyütülecektir?

Hadi faizler düşsün, krediler artsın, yatırımlar artsın, yeni fabrikalar kurulsun, yeni inşaatlar yapılsın. Ne olacak? Kim alacak bu fabrikaların ürettiğini? Kim alacak bu yeni konutları? Bu sefer de, kredi kartı faizlerini düşürüp, taksitleri artırıp, talep yönünü de açman gerekir. Borçla yapılan yatırımı, borçla yapılan harcamayla döndürmeye çalışarak ülke gelişebilir mi?

İç pazarda durum belli, yeni yatırıma gerek yok. Dış pazar daha beter. En büyük dış ticaret partnerimiz olan AB'den bir umut yok. İkinci partnerimiz Orta Doğu da malum vaziyette. Dış talepte de bir artış yok.

Bugün Türkiye'de reel sektörün bir yatırım açlığı yoktur. Çevrenizde kredi alamıyoruz, işlerimizi büyütemiyoruz diye yakınan bir iş adamı var mı? 

Şimdi gelelim esas soruna. Yaratılan faiz baskısı yüzünden, kurlar fırlıyor. Yabancılar paralarını çekiyor. Bu neden oluyor?

Faiz, paranın fiyatıdır. Para almak istiyorsan, fiyatını öder alırsın. Bu fiyat faizdir.

Pazarda bile fiyat nasıl belirlenir? Çok olan şeyin fiyatı düşüktür, az olan şeyin fiyatı yüksektir. Bakın patates üretimi bir düştü, patatesin kilosu 5 TL'ye geldi. Talebi yüksek olup, arzı az olan şeyin fiyatı artar. 

Paranın da fiyatı yani faiz böyle belirlenir. Bir ülkede para çoksa, bankalardan para taşıyorsa faiz düşüktür. Para azsa, bankalar mevduat toplamaya çalışıyorsa faiz yükselir.

Türkiye'de para azdır, Türkiye'de tasarruf oranı %13 civarında. Bu diğer ülkelerde %20 civarındadır. Çin'de %40'ları buluyor. Dünya ortalaması %25 civarındadır.

Şimdi sen paranın çoğunu harcıyorsun ve elinde kalan para, diğer ülkelerin yarısı kadar.

Bu durumda senin ülkende para az demektir ve para istiyorsan faizi yükseltmen gerekir. Faizi yükseltirsin, dışarıdan para gelir, tasarruftaki eksiğini kapatırsın. Faizi yükseltip bu eksiğini kapatmazsan ne olur? Para kaçar. Kaçan para dışarıdan geldiği için cinsi Dolar'dır. Yurt dışına Dolar kaçınca ne olur? Ülke içindeki Dolar miktarı azalır. Pazar kuralını hatırlar, ülkedeki Dolar miktarı azalınca ne olur? Doların fiyatı, patates fiyatının artması gibi artmaya başlar. Yani kur rekorları kırılır.

Şimdi biz de bu gerçekler bilinmeden faiz düşsün deniyor, faizler düşük tutuluyor ve Doların fiyatı yükseliyor, kur artıyor.

Doların artmasının bir çok etkisi var ama bu yazıda reel kesim açısından etkisini incelemek gerekiyor.

Dolar bizim özel sektör açısından iki açıdan önemli. Bunlar girdi maliyeti ve borçlanmadır.

1. Dolar artınca ithal girdilerin fiyatı artıyor. Enerjisinden tut, Fiat Türkiye Fabrikası'nın Doblo'ya koyduğu Bosch marka silecek motorunun maliyeti yükseliyor.

2. Özel sektörün ithal girdilerden ya da aldığı kredilerden ötürü borçları var. Sen Bosch'tan aldığın akü için peşin ödeme yapmamış olabilirsin, Bosch'a borçlanmış olabilirsin. Ya da fabrikanı büyütmek için yurt dışından kredi almış olabilirsin. Dolar arttıkça senin borçların da artıyor.

Şimdi konuyu toplayalım ve düşünelim.

Türkiye'de bir yatırım açlığı yok, arz yönlü bir sıkıntı yok. Fabrikalar yeterince üretim yapamadıkları için ekonomi büyümüyor diye bir olay yok. Bu durumda özel sektörün yatırımları artırma isteği de olmayacaktır. Özel sektörde, yatırım yapacağız ama kredi faizleri yüksek diye yapmıyoruz diyen yok.

Zaten güvenilir şirketler, yurt dışından içeridekinden çok daha uygun faizle kredi bulabilmektedirler. Kendine güvenen gidip yurt dışından çok daha uyguna kredi bulur.

Türkiye'de kur ve borç sorunu var. Kur hem girdi maliyetlerini artırıyor, hem de borçları artırıyor. Türkiye her sene 150 milyar Dolar dış borç ödemesi yapıyor. Dolar 2 TL ise 300 milyar TL, Dolar 3 TL ise 450 milyar TL ödüyoruz yani.

Faizi düşürüp, kuru zıplatmanın Türk ekonomisi adına olumlu bir tarafı yok yani. Özel sektör açısından da bir faydası yok.

Belki inşaatları ellerinde patlamış birkaç tane AKP'li müteahhit için faydası olabilir. Ya da elindeki değerli arazileri inşaatçılara peşkeş çekip, avantasını alamamış siyasetçiler için faydası olabilir. Bunun dışında düşük faiz, yüksek kur politikasının faydası yoktur. Zaten ihracatçılar bile yüksek kurdan memnun değil, zira yüksek kura rağmen ihracat artmıyor çünkü arz yönlü bir sorun yok. İnsanların parası yok, mal alamıyorlar. Bu kadar basit. Alamadıkları için de ekonomi yavaşlıyor. Dünyada da böyle, Türkiye'de de böyle.

İnsanlar para harcayamadığı için durağanlaşan ekonomi nasıl canlandırılır? Bu farklı bir konu ama benim aklıma ilk gelen kamu borçlanması aşırı olmayan ülkelerde kamu harcamalarını artırmaktır. Mesela emekliye ikramiye verirsin, adamlar harcar, ekonomi canlanır. Ama düşük faiz, yüksek kur ile hiçbir yere varamazsın.

2008-2015 arası tüm dünya maliye politikasını unutup, para politikasına yöneldi. Her iş Merkez Bankalarına ve faiz oranına endekslendi. Türkiye de buna katıldı. Ama şu anda bunu hem yanlış yürütüyor hem de bunu doğru yürütse bile sorunlarımız para politikası ile aşılabilecek sorunlar değil. Bizim biraz maliye politikasına ihtiyacımız var.

27 Nisan 2015 Pazartesi

CHP'nin Yargı Reformu

CHP'nin 2015 Seçim Bildirgesi'nde en çok ilgimi çeken noktalardan birisi CHP'nin yargı reformu önerisi oldu. Bildirgenin 29. sayfasında başlayan, 30 ve 31. sayfalarında devam eden yargı reformu önerisini biraz incelemek istiyorum.

Vaatleri ve incelememi, numaralandırarak aktaracağım.

1. Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay üyelerini, yüksek yargının önerdiği adaylar arasından ve TBMM'de nitelikli çoğunluk ve geniş bir uzlaşı ile seçeceğiz

Yüksek mahkemelerin karakteristik özellikleri farklıdır. O nedenle her mahkeme için, bu reform önerisini ayrı ayrı değerlendirmek lazım.

a) Anayasa Mahkemesi, esas olarak kanunların Anayasa'ya uygunluğunu denetlemekle görevli bir mahkemedir. Kanun çıkarma görevi bir yasama işlemi olduğu için, Anayasa'nın üstlendiği görev de her ne kadar ismi mahkeme de olsa siyasi bir görevdir. Bu doğrultuda Anayasa Mahkemesi'ne yüksek yargının önerdiği adaylar arasından TBMM'de seçim yapılması tek başına yargının bağımsızlığı adına sıkıntı oluşturmaz. Burada dikkat edilmesi gereken iki husus vardır. Bunlardan ilki, Anayasa Mahkemesi'nin bireysel başvuru yoluyla insan hakları konusunda da görevli bir mahkeme olmasının, siyasetin etkili olduğu bir mahkeme olmasıyla örtüşmeyecek olmasıdır. İkinci dikkat edilmesi gereken nokta ise TBMM'de yapılacak seçimde iktidar partisinin, Anayasa Mahkemesi üyelik seçimini domine edebilmesi riskidir.

CHP programı bütünsellik içinde incelendiğinde İnsan Hakları Ulusal Denetim Kurumu'nun kurulmasının planlandığı görülmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin insan haklarıyla ilgili bireysel başvuruları inceleme görevinin bu kurumuna verilmesi durumu dikkate alındığında CHP'nin programındaki Anayasa Mahkemesi üyeliği seçimi reformunun uygun olduğu değerlendirilmektedir. CHP insan hakları için böyle ayrı bir yapı planlamıyor olsaydı, TBMM'nin seçeceği üyelerden oluşan bir seçilmişler mahkemesinin insan hakları konusunda en yetkili iç hukuk makamı olması temel hak ve özgürlüklerin korunması açısından uygun olmazdı.

İkinci dikkat edilmesi gereken nokta olan, TBMM'deki seçimde iktidar partisinin seçimi domine etme riskidir. Öyle ki, üye seçimi salt çoğunluğa dayandırılırsa iktidar partisi doğrudan doğruya tüm üyeleri belirleyebilecektir. Zaten yasayı çıkaracak olan da iktidar partisi grubu olacağı için, bu yasayı denetleyecek Anayasa Mahkemesi üyelerinin de bu grupça seçilmesi hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz gereği olan her türlü işlemin hukuki denetime açık olması kuralının fiilen devre dışı kalmasına sebep olacaktır. Ancak CHP'nin programı dikkatle incelendiğinde görülmektedir ki, seçimde nitelikli çoğunluk aranacağı ifade edilmiştir. Bu durumda iktidar partisi tek başına üye atayamayacak, bir uzlaşmaya gitmek zorunda kalacaktır.

Bu iki çekince giderildiğinde Anayasa Mahkemesi üyelerinin yüksek yargının belirleyeceği adaylar arasından, TBMM tarafından nitelikli çoğunlukla seçilmesi Anayasa'nın temel ilkelerine ve Venedik Kriterleri olarak somutlaşmış evrensel Anayasa Hukuku, demokrasi ve hukuk devleti kriterlerine göre uygundur.

Ancak burada şahsi çekincemi de yazacağım. Anayasa Mahkemesi her ne kadar siyasi nitelikte görev üstlenmiş bir mahkeme de olsa, bir çok konuda derin hukuk ve usul bilgisi gerektirir. Burada da meslek içindeki kariyerin önemi olduğu açıktır. Bu sebeple, ülkemizde medeni dünyaya göre sayıları çok az da olsa, yüksek yargıda şöhretli hukukçuların da Anayasa Mahkemesi'nde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yani tamamı TBMM tarafından seçilen bir Anayasa Mahkemesi yerine en azından üyelerinin yarısı TBMM tarafından seçilen, diğer yarısı da yüksek yargı içinden yüksek yargı yerlerinin kontenjanları dahilinde Anayasa Mahkemesi'ne gönderdikleri üyelerden oluşan bir Anayasa Mahkemesi daha sağlıklı çalışacaktır.

Karşılaştırmalı hukuku incelediğimizde Anayasa Mahkemesi üyelerinin tamamen yasama tarafından seçildiği ülkeler Almanya ve Belçika'dır. Yani bu da yukarıda açıkladığım noktalara dikkat edilirse işleyecek bir sistemdir. Ancak benim şahsen önerdiğim sistem de yine İspanya, İtalya, Portekiz'deki sistemdir. Ülkemizin gelişmişlik ve hukuk bilinci seviyesi Almanya-Belçika seviyesinden çok İspanya-İtalya-Portekiz üçlüsüne yakın olduğu düşünülürse bizim için de daha uygun olan sistem karma seçimli bir Anayasa Mahkemesi'nden yana olacaktır.

Ama sonuç olarak CHP'nin önerdiği sistemin de Almanya ve Belçika'da yürürlükte olan, Avrupa kriterlerine uygun bir sistem olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz.

b) Danıştay, idari yargının yüksek mahkemesidir. İdari yargı, yürütmenin eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğunu denetler.

Anayasamız ve evrensel hukuk ile demokrasinin değişmez kuralları dikkate alındığında kuvvetler ayrılığı sistemi olmazsa olmazdır. Bu durumda yasama, yürütme ve yargı birbirinden kesin olarak ayrılmalıdır. Ancak mevcut durumda yasama ile yürütme iç içe geçmiş hale gelmiştir. Bu birleşmiş durumda yasamanın seçeceği üyelerin, yürütmeyi hukuka uygun biçimde denetleyebilmesi mümkün değildir.

CHP'nin programı bütünsellik içinde incelendiğinde görüyoruz ki, siyasi partiler yasası değiştirilerek parti gruplarının bağımsızlaştırılması hedefleniyor. Bu durumda yasama ile yürütmenin birbirinden bir nebze ayrılması mümkün olacaktır. Yasama ile yürütmenin ayrılması şerhini koyarak, CHP'nin Danıştay üyelerini TBMM'ye seçtirmesi reformuna olumlu yaklaşıyorum. Ancak bununla beraber Anayasa Mahkemesi'nde önerdiğim ikili yapıyı Danıştay için de öneriyorum. 

c) Yargıtay, adli yargının yüksek mahkemesidir. Adli yargı iki görev bölümü altında çalışır, bunlar ceza ve hukuktur. Ceza yargısı kaynağını kamu hukukundan alır, hukuk yargısı ise kaynağını özel hukuktan alır.

Kaynağını kamu hukukundan alan ceza yargısı için Anayasa Mahkemesi ve Danıştay için yazdıklarım geçerlidir. Ancak kaynağını özel hukuktan alan hukuk yargısı için yargının kendi içinde bir ihtisaslaşma gösterip, yüksek hukuk yargısının da bu doğrultuda belirlenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Örnekle açıklayacak olursak, özel hukukta en çok çekişme yaşanan konulardan birisi kıymetli evrak hukukudur. TBMM'nin yapacağı Yargıtay üyeliği seçiminde hayatında kıymetli evrak hukukuna ilişkin bir tatbikat görmemiş bir yargıç seçilebilecektir. Bu durum, konular hakkında uzmanlık sahibi olarak hukuki uyuşmazlığı incelemesi gereken Yargıtay'ın özel hukuk dairelerinin performansını düşürecektir.

Sonuç olarak Yargıtay'ın ceza hukuku alanında Danıştay ve Anayasa Mahkemesi benzeri bir yapıyı her biri için açıkladığım önemli noktalara dikkat edilmesi şartıyla uygun görüyorum ancak Yargıtay'ın özel hukuk alanında meslek içi atama ve yükselme kriterlerine göre şekillenen bir üye seçimi sisteminin uygun olacağını düşünüyorum.

2. Adalet Bakanlığı'na bağlı Adli Kolluk kuracağız

Adli kolluk, doğrudan savcılığa ve mahkemeye bağlı olarak çalışan bir kolluk gücüdür. Mevcut düzende polis adli kolluk görevinde yargıya bağlı olarak kolluk vazifesini yerine getirir ancak bir yandan da idari kolluk olarak diğer görevlerini yapar. Bu durum ikiliğe yol açmakta, yargı görevinin tarafsız ve bağımsız yürütülmesi ilkesine aykırılıklara sebep olmaktadır. Öyle ki adli görevde yargıya bağlı olan polisin her durumda sicil amiri idaredir. Yargının emrini yerine getirmeyen bir polis memuruna karşı uygulanacak bir idari yaptırım yokken, idarenin emrini yerine getirmeyen polis memuru hakkında tüm idari yaptırımlar sicil amiri tarafından uygulanabilmektedir. Bu durum, polisin iki farklı emir aldığında hangisine uyacağı konusunda önem taşımaktadır.

Örneğin savcı bir kişinin gözaltına alınması talimatını verdiğinde aynı zamanda polis müdürü de gözaltına almama talimatı verdiğinde, polis memuru hangi talimatı yerine getirmezse yaptırımla karşılaşacağına bakar. Savcının emrini yerine getirmediğinde karşılaşacağı herhangi bir idari yaptırım yoktur ancak polis müdürünün emrini yerine getirmediğinde çeşitli disiplin soruşturmaları ile karşılaşmaktan tutun da tayin edilmeye kadar bir çok yaptırımla karşılaşabilir.

Bu durumun ortadan kaldırılması için adli kolluk teşkilatının kurulması olmazsa olmazdır. Dünyada da bir çok ülkede adli kolluk teşkilatı mevcuttur. Örneğin FBI bir adli kolluktur.

3. Sulh Ceza Hakimliklerini kaldıracağız

Üzerinde çok açıklama yapmaya gerek olmayan bir konu. Sizler bir muz cumhuriyeti vatandaşı olsanız ve bir parti "avukat tutma yasağını kaldıracağız" derse, bu hiç hukuk bilmeye gerek olmaksızın benimseyeceğiniz bir vaattir; işte sulh ceza hakimliklerinin kaldırılması da aynı bu niteliktedir.

Sulh Ceza Hakimliklerinin, evrensel hukuka ve Anayasamıza neden aykırı olduğu hakkında oldukça güzel bir yazıyı sizlere önermek isterim: Kemal Gözler-Tabii Hakim

4. Adli Tıp Kurumu'nun siyasi baskıdan uzak bir biçimde özerk, hızlı ve nitelikli çalışmasını sağlayacağız

Üzerinde çok açıklama yapmaya gerek olmayan bir konu da Adli Tıp Kurumu meselesidir. CHP burada da sorunu çok iyi görmüş, Adli Tıp Kurumu'nun mutlaka özerkleştirilmesi ve nitelikli hale getirilmesi lazım. Ama bunun nasıl yapılacağına dair bir yol haritası ortaya konmamış. Sorun doğru tespit edilmiş ancak çözümde muhtemel sorunları da göz önüne alan bir yol haritası çıkarmak lazım.

Adli Tıp Kurumu'nda yaşanan sorunların çözümüne ilişkin akılcı bir çözüm önerisini ilgilenenlerle paylaşmak isterim: Hamit Hancı, Sinan Kocaoğlu-Savunma Adli Tıp Akademisi

5. İnsan Hakları Ulusal Denetim Kurumu'nu kuracağız

Bildirgede çok ayrıntı verilmemiş ama uluslararası sözleşmelere yapılan atıftan anladığım kadarıyla CHP, Anayasa Mahkemesi'nin bireysel başvuru ile üstlendiği insan hakları mahkemesi benzeri sıfatını bu uzmanlık kurumuna devretmeyi planlıyor.

Şu anda insan haklarına ilişkin başvurulara Anayasa Mahkemesi'nin bakmasının yarattığı en büyük sorun, mahkemenin sadece Türk Anayasasında olup da aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde tanınan haklara ilişkin ihlallerle ilgili inceleme yapmasıdır. Yani Anayasada olmayan ama AİHS'de olan bir hakka ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi'ne gidemiyorsunuz çünkü adı üzerinde Anayasa Mahkemesi olduğu için görev alanına girmiyor. 

Oysa CHP'nin önerdiği ayrı bir insan hakları denetim kurumu bu konudaki tüm mevzuatı kapsayan bir inceleme merci olacaktır. Bu anlamda Türkiye'de hak ve özgürlüklerin korunması güçlenecektir.

6. Terör suçunun tanımını demokratik ilkelere uygun ve yoruma yer bırakmayacak şekilde yeniden yapacağız

Türkiye'nin AİHM'de en çok mahkum olduğu konuların başında terör davaları gelmektedir. Devletçi ve iktidar sarhoşluğu perspektifinden çizilen terör tanımının sınırları oldukça geniş olduğu için Çarşı gibi bir futbol taraftar grubu ya da Samanyolu TV'deki bir dizi senaryosundan terör örgütü çıkarılabilmektedir.

CHP bu noktada da sorunu çok iyi yakalamış ve güzel bir çözüm önermiştir.

7. Gerekçesiz yargı kararlarıyla yurttaşların temel hak ve hürriyetlerinin kısıtlanmasını engelleyeceğiz

Teorik muhakeme tartışmalarına girmeden anlaşılır biçimde bu konunun önemine değinmek istiyorum. Örnek verecek olursak ülkemizde yargı kararlarıyla yapılan en temel hak ve hürriyet kısıtlaması tutuklama kararıdır.

CMK uyarınca tutuklama kararı verebilmek için iki halin varlığı aranır, bunlar: kaçma şüphesi ya da delil karartma şüphesinin varlığıdır. Bir kişinin ancak kaçma şüphesi varsa ya da delil karartma şüphesi varsa tutuklama kararı verilir.

Ancak ülkemizde yargı kararlarının %99'unda "şüphelinin/sanığın delil karartma şüphesi/kaçma şüphesi olduğundan tutuklanmasına/tutukluluğunun devamına" kalıbını görürüz. Neden kaçma ya da delil karartma şüphesi doğduğuna dair bir gerekçe yazılmadan verilen kalıplaşmış bir karar tipidir bu. CHP bu açıdan da sorunu doğru tespit etmiş.

8. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nu Hakimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu olarak ayıracağız

Yargı üç sac ayağından oluşan bir mekanizmadır. Buna diyalektiğin tez-antitez-sentez süreci örnek gösterilebilir. Yargıda önce iddia vardır, iddiaya karşılık bir savunma yapılır, iddia ve savunmanın neticesinde de bir karar oluşur. Bu üç aşamayı sırasıyla savcı, avukat(müdafii) ve hakim temsil eder. Avukat yargı sürecinin farklı bir aşamasını temsil eden üye olarak hakimden ayrı bir statüdeyken, savcının hakimle benzer bir statüde ve aynı kurulda olması yanlıştır.

Bu doğrultuda CHP'nin hakimler ve savcıların kurullarını ayırması oldukça yerindedir.

9. Adalet Bakanı ve Bakanlık Müsteşarını kurullardan çıkaracağız

Yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrı olması gerektiği düşünülürse yürütmenin üyesi olan bakan ve müsteşarın, yargı içinde bir kurulda görevli olması yargı bağımsızlığını ortadan kaldıran bir uygulamadır. CHP'nin önerisi yargı bağımsızlığının sağlanması açısından tartışmasız biçimde oldukça önemli. Hele bu kararı bir siyasi iktidarın yapmayı vaat etmesi bir mucize diyebilirim.

10. Kurul kararlarını yargı denetimine açacağız

Anayasanın 125. maddesine göre idarenin her türlü eylem ve işlemi yargı denetimine tabidir. Ancak mevcut sistemimizde bunlara bazı sınırlamalar getirilmiştir. Bu yüksek kurulların kararlarının yargı denetimine açılması hukuk devleti ilkesinin gereğinin yerine getirilmesidir.

CHP diğer reformlarla kurulu bağımsızlaştırırken, bu reformla da kurulun keyfi kararlar almasının da önüne hukuki denetim engeli koymaktadır ki bu oldukça mantıklı planlanmış bir ayrıntıdır.

11. Sürgün uygulamalarına son vereceğiz

Gelişmiş demokrasilerde sağlam bir hakimlik teminatı vardır. Ülkemizde, 1960 öncesi Demokrat Parti iktidarı döneminde toplu biçimde hakim tasfiyeleri yaşanmıştır. Demokrat Parti, anlaşamadığı hakimleri hatta yüksek yargı üyelerini toplu biçimde emekliye sevk etmiştir. Bu sorunlarla 27 Mayıs'a gelindiğinden ötürü, 27 Mayıs sonrası yapılan Anayasa'da hakimlik teminatı getirilmiştir. Bugün de 1982 Anayasasının 139. maddesi hakimlik teminatını düzenlemektedir. Buna göre hakimler azlonumazlar, emekliye sevkedilemezler ve hakimlerin ücretleri kesilemez.

Ancak Anayasalarımızda hiçbir zaman yer almamakla beraber bir dönem (1960-1972 arası) kanunla hakimlere coğrafi teminat verilmişti. Coğrafi teminat demek, hakimin görev yerinin belirli bir görev süresi varsa görev süresi dolmadan, kendi istemediyse ya da kendinin onayı alınmadan değiştirilememesi demektir. Yani hakimlerin sürgün edilmesini engelleyen bir teminattır. Bugün bir çok batı ülkesinde coğrafi teminat vardır.

SONUÇ

CHP'nin seçim bildirgesinde 11 maddeyi bu şekilde incelemiş oldum. Bu maddeler Türkiye'nin on yıllardır sorun yaşadığı yargı sistemi konusunda oldukça iyi düşünülmüş, iyi çalışılmış ve dünya standartlarına uygun biçimde hazırlanmış bir yargı reformunun iskeletini ortaya koyan maddelerdir.

Bu maddeler ayrıntılı biçimde incelendiğinde görülür ki, bir çoğu için Anayasa değişikliği gerekmektedir. Bu da CHP aslında bir yeni Anayasa önermese de, zaten 1982'den bu yana onlarca defa değişen Anayasa'nın bir kere daha köklü biçimde değişerek, evrensel standartlara uygun hale getirilme amacının mevcut olduğunu göstermektedir.

Bu doğrultuda CHP'nin yargı reformuna ilişkin olarak açıkladığı maddeleri, çekincelerim saklı kalmakla beraber genel itibariyle oldukça beğendiğimi ifade etmek durumundayım. Bu reform paketi, bir Türk hukukçunun dünyanın her yerinde meslektaşlarına göğsünü gere gere anlatabileceği nitelikte bir pakettir.

23 Nisan 2015 Perşembe

Merkez Bankası'nın Başarı Hikayesi

Türkiye'nin her zaman gündeminde olmuş bir yapısal sorun, bir kronik kriz endikatörü enflasyondur. Her zaman tartışmaların odağında olan enflasyon, fiyatlardaki sürekli artışı ifade eder. Enflasyon fiyatlardaki sürekli artışları ifade eder, bu da fiyat istikrarını bozucu bir durumdur. Enflasyon, fiyat istikrarına düşman bir kavramdır. Ülkeler fiyat istikrarını sağlamak için politikalar geliştirirler.

Türkiye'de fiyat istikrarını sağlamakla görevli kuruluşun adı Merkez Bankası'dır. Merkez Bankası'nı kuran 1211 sayılı kanunun 4. maddesinde "Bankanın temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır. Banka, fiyat istikrarını sağlamak için uygulayacağı para politikasını ve kullanacağı para politikası araçlarını doğrudan kendisi belirler." hükmü konulmuştur.
Merkez Bankası internet sitesi anasayfası 

Hakikaten de Merkez Bankası'nın internet sitesini bile açtığınızda, bu görev anasayfada gözünüze sokulmaktadır. Sitenin anasayfasında hem üst bannerda, hem de orta kısımda bir görev büyük ve açık biçimde yazılmıştır. Zaten kurumun kuruluş yasasında da bu görevi açıkça zikredilmiştir.

Peki gelelim Merkez Bankası'nın temel görevini yerine getirip, getirememesine.

Bu konunun çok uzun bir açıklaması yapılabilir. Ama ben çok kısa bir girişle başlamak istiyorum. Sizlere bir tablo veriyorum. Aşağıda son 13 senenin Merkez Bankası tarafından konulan enflasyon hedefi ve sene sonu enflasyon gerçekleşmesi var.


Tabloyu incelersek 2002, 2003, 2004 ve 2005 yıllarında hedeften daha iyi bir oranda enflasyon gerçekleşmesi söz konusu olmuş, 2006 yılı ve sonrasında ise 2009 ve 2010 yılları haricinde bir daha enflasyon hedeflemesi başarıya ulaşmamıştır. 

Yasal görevi fiyat istikrarı olan bir kuruluşun, büyük çoğunlukla hedefi tutturamaması, son yıllarda ise hedefi tutturmaktan giderek uzaklaşması gibi bir tablo var, bir de bu Merkez Bankası yönetimine başarılı diyen zavallılar.

En temel görevini yapamayan bir Merkez Bankası'na başarılı deniyorsa, adalet dağıtma görevini yerine getiremeyen bir mahkemeye de başarılı demekten kaçınmamalısınız.

20 Nisan 2015 Pazartesi

Taşeron İşçilik Konusu

Sağlık Bakanlığı'nın 2013/191717 sayılı ihalesi ile 19.04.2014 tarihinde başlayıp 31.12.2014 tarihinde bitmek üzere, Polatlı Duatepe Hastanesi için 99 temizlik görevlisi hizmeti Orun Temizlik Hizmetleri AŞ isimli taşerondan alınmış, bunun karşılığında 1 milyon 441 bin 478 TL'ye imza atılmıştır. Sözleşmeye göre, yüklenicinin 99 temizlik görevlisinin her birine asgari ücretin %6 fazlası kadar maaş vermesi de hükme bağlanmıştır.

2014'ün ilk yarısında asgari ücretin işverene maliyeti 1258 TL'dir, yılın ikinci yarısında ise maliyet 1332 TL olmuştur. Sözleşmeye göre %6'lık fazla ödeme yapılacağına göre işçilerin taşerona maliyeti ilk 6 ay için aylık 1333 TL, ikinci 6 ay için ise aylık 1411 TL olmuştur.

99 işçinin her biri ilk 2.5 ay için aylık 1333 TL, sonraki 6 ay için aylık 1411 TL maliyet yaratmıştır. Bu da işçi başına 11 bin 800 TL eder. Tüm işçiler için ise 1 milyon 168 bin 200 TL yapar.

Oysa taşerona ödenen rakam 1 milyon 441 bin 478 TL olmuştur. Taşeronun arada kazandığı para 8.5 ay için kısa bir süre için 273 bin 278 TL'dir.

Tabi bu paranın hepsi kar değildir, ihale masrafları, şirket masrafları, 99 işçi için muhasebe masrafları vs de bu aradaki farktan çıkmaktadır ancak bunun fuzuli bir fark olduğu da açıktır. Zira söz konusu devlet hastanesinde memur, doktor ve hemşire sıfatıyla çalışan onlarca kamu görevlisi olduğu, onlar için zaten muhasebe, özlük vs için masraf yapılarak, idari personel istihdam edildiği de açıktır.

Ayrıca mevcut durumda işçinin cebine, çalıştığı yılın ilk 6 aylık kısmına gelen aylarında 896 TL, ikinci 6 aylık kısmına gelen aylarında 944 TL girmiştir. Buna karşın, devlet aradan taşeronu çıkarıp 1 milyon 441 bin 478 TL'yi işçilere doğrudan harcasaydı, işçi başına aylık 1712 TL harcayabilirdi. İşverene maliyeti 1712 TL olan bir işçinin eline ise asgari geçim indirimiyle beraber 1120 TL geçebilirdi.

Taşeron şirketin ödemesiyle, işçi başına 8.5 ay için toplam 7 bin 604 TL gelir elde edilmişken; devlet bu parayı doğrudan işçiye harcasaydı işçi başına 8.5 ay için toplam 9 bin 520 TL gelir elde etmek mümkün olacaktı. Yani 8.5 ay için, işçi başına yaklaşık 2 bin TL taşeron şirkete gitmiştir.

İşçinin taşerondan aldığı ücret: 7 bin 604 TL
Arada taşeron olmasaydı işçinin alacağı ücret: 9 bin 520 TL

Devletin cebinden çıkan parayı artırmadan, bu paranın arada taşerona giden kısmını kesip, işçinin maaşına ekleyerek yaratılacak bir kadro sisteminin bütçeye yük olmayacağı açıktır. Bu durumda hem işçiler kadro güvencesine kavuşacak(taşerondan kurtulacaklar), hem de devletten daha fazla para çıkmadığı halde işçinin ücreti artacaktır. Tüm taşeron işçilerin, bu şekilde kadroya alınması devlete hiçbir maddi ek külfet getirmeyecektir.

Burada şu söylenebilir: "Taşeron işçi ayda 900 TL'ye çalışmaktadır, oysa kadrolu olsaydı bu rakam 1500 TL civarında olacaktır." Bu bir açıdan doğru ancak taşeron sistemini rasyonelleştirmeyen bir gerekçedir. Zira buna göre taşeronda maliyeti düşüren, taşeron sistemi değil taşeron işçinin ucuza çalışmasıdır. Bu da yapılacak bir yasal düzenleme ile çözülebilecek bir konudur.

Yine de öyle olmadığını düşünelim: 2014 yılı için kadrolu hizmetli maaşı 1680 TL olarak belirlenmiş. 1680 TL net maaşın, devlete maliyeti 2550 TL'dir. Yukarıdaki hesapta ise 1 işçinin devlete maliyetinin aylık 1712 TL olduğu görülmektedir. Aradaki fark aylık 800 TL'dir, bu yıllık 9600 TL yapar. 600 bin taşeron işçi için 5.7 milyar TL yapar ki herhalde bu rakam sarayın maliyetinden bile az olup, Türkiye Cumhuriyeti bütçesinin %1.4'ü, Türk ekonomisinin %0.3'ü kadar bir rakam etmektedir.

Kaldı ki yasal bir düzenleme ile taşerondan kadroya geçen işçilere, zaten kadrolu olan işçilerle aynı ücreti vermek gibi de bir mecburiyet yok. Özel bir kadro düzenlemesiyle, yani amaç maliyeti artırmadan maaşı artırmak ve kadro güvencesi vermek ise, hiçbir ek külfet yaratmadan da bu iş yapılabilir. Tam bir dönüşümün ise devlete senelik maliyeti en fazla 5.7 milyar TL gibi bir rakam olacaktır.

Not: Bu inceleme Kamu İhale Kurumu'nun sitesinden rastgele yapılan arama sonucu bulunan bir ihalenin incelenmesi şeklinde yapılmıştır. Bu sayfada geçen ihale numaralarıyla arama yapıldığında, kurumun sitesinden ihale ile ilgili tüm bilgiler edinilebilecektir.

2014 yılı ilk 6 ay asgari ücret hesabı
2014 yılı ikinci 6 ay asgari ücret hesabı
Kadrolu maaşları

10 Mart 2015 Salı

Faiz Lobisi ve Borç Verenin Faiz İsteği

Faiz meselesinde, Gezi olayları döneminden beri yani 1.5 senedir bir hayalet ile karşı karşıyayız. İsmi faiz lobisi. İsminden başka da bir bilgimiz yok hakkında. Cumhuriyet tarihinin en fazla faiz ödemesini yapmış hükümet de, hakkında hiçbir bilgi olmayan lobi ile savaşta olduğunu iddia ediyor.

Öncelikle olarak faizin ne olduğuna bakalım. Faiz, paranın bedelidir. Evi tutarsınız, kira ödersiniz. Para alırsınız, faiz ödersiniz.

Bankaya para yatırdığınız zaman, bankaya o parayı borç vermiş olursunuz, bunun karşılığında da faiz alırsınız.

Faiz konusunda iki önemli değişken vardır. Bunlar faiz oranı ve vadedir. Ekonomi kanallarını izlerseniz "Amerikan 10 yıllıklarında faiz %1 oldu" gibi lafları çok duyarsınız. Bu Amerika'nın devlet borçlanmasının 10 yıl vade için, yıllık %1 faizle yapıldığını anlatır. Vade 10 yıl, faiz oranı %1'dir.

Faiz oranını açıklamaya gerek yok. Vade sonunda elde edeceğiniz gelirin oranıdır faiz oranı. Vade ise, o geliri hak etmek için beklemeniz gereken süreyi ifade eder. Bankada 1 yıllık mevduat hesabı açtığınızda, 6. ayda gidip parayı çekmek isterseniz faiz alamazsınız, çünkü vadesi gelmemiştir.

Borçlanmada faiz oranı ve vadenin önemini anladıktan sonra esas konumuz olan, borç veren faizin nasıl seyretmesini ister diye bir bakalım.

Borç veren kişi, kısa vadede en yüksek faizi ister ki en kısa sürede en fazla geliri elde edebilsin. Buraya kadar faiz lobisi diye bir yapı olsa, faiz oranlarını yükseltmek ister mantığı doğrudur. Zira parasını faize veren kişi, en yüksek faizi almak ister. Ancak atlanan bir husus var ki, Türkiye zaten halihazırda 410 milyar Dolar dış borca sahiptir. Peki Türkiye'den 410 milyar Dolar alacağı olan alacaklılar faiz artsın mı ister, azalsın mı ister?

Bir kere verilmiş borçta, faizin düşüp, çıkmasının bir etkisi olmaz. 410 milyar Dolarlık borcumuzun her birinin vade tarihi ve faiz oranı bellidir. Bu sayede önümüzdeki 12 ay içinde şu kadar borç ödenecek, şu kadar faiz ödenecek diye istatistik çıkarılabilmektedir. Vadeler ve faiz oranları alınmış borç için değişmez. O zaman bizden şu anda 410 milyar Dolar alacağı olanlar için faizin çıkmasının bu anlamda hiçbir faydası yoktur. Bize %8'le borç vermiş bir ABD'li yatırım fonu, şu anda faiz %20 olsa bundan bir getiri sağlayamaz. Bu açıdan faizin artmasını istemezler.

Bizim küçük paramızda ve borçlanma stilimizde pek söz konusu olmasa da, büyük borçlarda, tahviller, devlet tahvilleri gibi büyük borçlanmalarda alacağın temliki diye bir kavramla sıkça karşılaşılır. Çekte, çekin ciro edilmesi vardır. Bunlar genel başlık olarak alacağın devredilmesi diye adlandırılır. Alacak hakkını başkasına devredersin. Bunu satabilirsin de, kendi borcun karşılı verebilirsin de, her şey için yapabilirsin. Büyük borçlar bu şekilde el değiştirebilmektedir.

Şimdi Türkiye'ye borç veren bir alacaklıyı düşünelim. Bu alacaklı, alacağını devredebilir. Örneğin Türkiye'ye %8'le faize verdiği bir alacağı devredebilir. Peki bu borcu kim alır? İnsanın çok temel bir özelliği var, alım-satım yaparken kar etmeyi düşünür. Bir insan vadesi dolunca %8 getirecek bir alacağı neden devralır? Cevabı çok basit, şu anda borç verse %8 elde edemeyecekse gidip o borcu devralır. Şu anda Türkiye %10 faiz veriyorsa(yani faiz arttıysa), sen gidip %8'lik eski alacağı devralır mısın? Tabi ki almazsın.

Karışık geldiyse bir de örnek rakamlar üzerinden anlatayım.

A Yatırım Fonu, Türkiye'ye %20 faizle 100 TL borç verdi diyelim. Bir senenin sonunda 120 TL alıp gidecek. Bu esnada faizler %20'dan %25'e çıktı, yani Türkiye 100 TL'ye 20 değil 25 TL ödemeye başladı. Bu durumda A Yatırım Fonu nasıl karlı çıkabilir? A'nın alacağı faiz yine 20 TL, A alacağı devretmeye çalışsa da kimse almaz, çünkü A'dan devralacak kişi Türkiye'ye gelip sıfırdan borç verse 125 TL alacak, neden 120 TL'ye eski borcu devralsın?

Faizin artması şu anda bizden zaten 410 milyar Dolar gibi rekor alacağı olan "faiz lobisinin" işine gelmez.

Aksine faizin düşmesi işine gelir. Neden mi?

A Yatırım Fonu, Türkiye'ye %20 faizle 100 TL borç verdi, bir sene sonunda da 120 TL alacak ya, 1 ay sonra da Türkiye'nin faizi %5'e düştü diyelim. A Yatırım Fonu bu borcu rahatlıkla devredebilir. B Yatırım Fonu'na der ki, sen bu alacağı devral bana 108 TL ver. Sen de vade dolunca 120 TL'ni al. A Yatırım Fonu, 1 ayda 100 TL'ye 8 TL yani aylık %8 faiz elde etmiş olur(devretmese yıllık %20 alacaktı), B Yatırım Fonu da kalan 11 ayda 108 TL'ye 12 TL olmak üzere yıllık %11 faiz alır(devralmayıp, yeni borç alsaydı yıllık %5 alacaktı).

O zaman görüyoruz ki, alacaklılar faiz oranının artmasını değil düşmesini ister. Alacaklının işine, faizin artması değil düşmesi gelir.

Faizin artmasını yalnızca, sıfırdan borç verecekler isteyebilir. Yani şu anda Türkiye'den hiç alacağı olmayan birileri varsa ve Türkiye'ye borç vermek istiyorlarsa, ancak onlar faiz artsın ki biz yüksek faizle borç verelim diyebilir. O durum için de şunu söyleyebiliriz ki, 800 milyar Dolarlık ekonomisine karşılık 410 milyar Dolar borcu olan bir ülke daha alabileceği mantıklı bir borç stoku kalmamıştır. Yani 800 milyar Dolarlık ekonomimize, mevcut 410 milyar Dolarlık borca ek olarak ciddi ciddi bir 400 milyar Dolar daha borçlanmayı düşünüyorsak ve onun da faizi düşük olsun diye falan bir savaşa giriştiysek durumumuz zaten faiz oranları %1 bile olsa vahimdir. O ihtimali kimsenin düşünmediğini, düşünmek bile istemediğini biliyorum.

Öbür ihtimaller için de, faiz lobisi diye bir alacaklılar kulübü varsa, faizin artması iyi değil kötü olur. Türkiye'nin şu anki alacaklıları için faizin düşmesi tercih edilir olandır.

Bu arada belirteyim, yazının konusu faiz lobisi ve bu lobinin rasyonel istekleridir. Birileri faiz lobisi lafından mevcut alacaklıları değil, Türkiye'yi batırmak isteyen, salak dizilerdeki baronlar ya da karanlık kurul benzeri şeyleri anlıyor olabilir. Hatta halkın %90'ı da öyle anlıyordur. Faiz de burada, İslami yönden kötülük referansıdır zaten. Faiz lobisi, şu anda ülkemizden faiz alan alacaklıları değil, ülkemizi gelecekte batırmaya çalışan bir çete olarak zihinlerde karşılık buluyordur. Bu açıdan yukarıda anlattıklarımın önemi yok. Ama internette, ekonomi ile ilgili bir şeyler karıştırırken bu sayfaya gelmiş kişinin de halkın %90'ından bir farkı olacağı kesindir.

7 Mart 2015 Cumartesi

Faiz-Enflasyon İlişkisi Üzerine

Son günlerde bir faiz-enflasyon tartışmasıdır gidiyor. Birileri enflasyonu faizin tetiklediğini iddia ederek, ısrarla faiz indirimi istiyor. Peki faiz enflasyonu tetikleyen bir faktör müdür?

Şimdi öncelikle bakmak gereken şey enflasyonun karakteridir. Üniversitede seçmeli ekonomi dersi alanlar ya da gazetelerin ekonomi sayfalarını okuyanlar bile bilir ki, enflasyon iki türde görülür. Bunlar talep yönünden enflasyon ve arz yönünden enflasyon olarak adlandırılabilir.

Talep yönündeki enflasyon, talep artınca malın değerinin artmasıdır. Rağbet gören bir ürünün fiyatı artar. Şimdi herkes çıkıp altın almaya başlarsa, piyasada altın azalacağından fiyatı artar ve enflasyon oluşur.

Arz yönündeki enflasyon ise maliyet enflasyonu olarak gördüğümüz enflasyondur. Ürünün maliyeti artarsa, talep artmasa bile üretici ve satışı maliyeti ürüne yansıtacağından ötürü fiyat artar. Benzin tüketimi artmadığı halde, benzin fiyatının artması buna bir örnektir. Benzinin maliyeti arttığı için fiyatı zamlanır ve enflasyon artar.

Peki Türkiye'deki enflasyon hangi karakterdedir?

Türkiye'de talepten ötürü, piyasada azalıp değeri artan bir ürün var mı?

Ben böyle bir ürün göremiyorum. Millet yüklendiği için fiyatı artan bir ürün yok.

Şubat ayı verilerinde enflasyonu tetikleyen en çok fiyat artışı gıda ürünlerinde gerçekleşmiş. Peki gıda tüketimimiz arttığı için mi gıda fiyatları artıyor yoksa gıda maliyetleri arttığı için mi?

Bu sorunun cevabı oldukça basit. Gıda tüketimi arttığı için değil, gıda üretim maliyetleri arttığı için gıda enflasyonu yüksek çıkıyor. Yani bir maliyet enflasyonu söz konusu.

Peki Türkiye'de yaşanan bir maliyet enflasyonu ise, maliyet enflasyonunun faizle ilişkisi nedir?

Dolar arttığı için yükselen enerji ve ulaşım maliyetlerinin ürünlerin fiyatlarını artırmasının faizi düşürerek çözülmesi nasıl bir aklın fikridir ben anlayamıyorum. Dolar arttığı için petrol fiyatı artıyor, bu da üretim ve nakliye masrafını artırıyor. Bu da ürünün fiyatını yükseltiyor, yani enflasyon oluşturuyor. Faiz düşerse, bu enflasyona nasıl olumlu etkisi olabilir ki? Aksine ters etki yapar.

Faizi düşür, Dolar iyice yükselsin. Enerji fiyatları iyice artsın, üretim ve nakliye masrafın daha da yükselsin, maliyet iyice şişsin, enflasyon daha da yükselsin. Böyle bir mantık olabilir mi?

Şu anda karşılaştığımız enflasyon maliyet yönlü değil, talep yönlü olsaydı faiz düşürmenin, enflasyon üzerinde olumlu bir etkisi olabilirdi. Talep çok, üretim az olduğu için fiyat yükseliyorsa, faizleri düşürüp, kredi almayı cazip hale getirerek, yatırım yapılmasını sağlayarak üretimi artırabilirsin. Örneğin Türkiye'de zeytinyağı sektöründe talep çok, arz az olduğu için fiyatlar yükseliyor olsa, zeytinyağı üretmek isteyenlere faizi düşürüp kredi verirsen, adam da fabrikasını kurup zeytinyağı arzını artırarak, zeytinyağı fiyatlarının yükselmesini engelleyebilir. Ancak bu talep enflasyonunda söz konusu olabilecek bir durumdur. Türkiye'de şu anda hiçbir sektörde talep yönlü enflasyon yoktur. Şu anda yaşanan yüksek enflasyonun sebebi maliyet yönlüdür.

Son dönemde yavaşlamasından şikayet edilen inşaat sektörüne bakalım. İnşaat sektöründe konut arzı fazla olmasına rağmen enflasyon var. İnsanlar alacak ev bulamadıkları için mi ev fiyatları yükseliyor, yoksa inşaat maliyetleri arttığı için mi?

İnşaatta fiyatların yükselmesinin sebebi maliyetlerin artmasıdır. En önemli maliyet de arsadır. Arsa fiyatlarının yükselişi de malum. Nice insan arsadan zengin oldu. Ucuza arsa bulunursa da müteahhitler zengin oldu. Etiler Polis Okulu'nun arsası neden ucuza kapatılmak isteniyor herkes tahmin edebilir.

İnşaat sektöründe fiyatların artışı, maliyet yönlü değil talep yönlü olsaydı. Yani insanlar alacak ev arayıp, bulamasalardı da fiyatlar bundan artsaydı, faizlerin düşmesi enflasyonu düşürürdü. Faiz düşük olduğu için müteahhitler kredi alıp alıp, bina dikerdi, talep karşılanır, fiyatlar artmazdı. Ama durum bu değil, enflasyon inşaat sektöründe de maliyet yönlü.

Neticede Türkiye'deki enflasyonun tamamı maliyet yönlüdür. Bu durumda da faizlerin düşmesini istemenin, enflasyon da olumlu hiçbir etkisi olmayacaktır. Aksine bu durumda faizlerin düşmesi, Doların artışına sebep olacağından ithal girdi maliyetinin artmasına sebep olup, maliyet yönlü enflasyonu iyice ateşleyecektir.

5 Mart 2015 Perşembe

Doların Yükselişi ve Merkez Bankasının Silahları

Merkez Bankası'nın elinde piyasaya müdahale için iki temel araç vardır. Bunlardan ilki faiz oranlarını ayarlama gücü, ikincisi döviz rezervi ile piyasada döviz-tl dengesini değiştirebilmesidir.

Merkez Bankası, normalde bu iki enstrümanla kur artışlarıyla etkili bir mücadele yapabilir. Ancak şu anda normal bir durumda değiliz. AKP iktidarının Merkez Bankası'nın faiz silahını elinden aldığı açıktır. Tayyip Erdoğan orada dururken, Merkez Bankası faiz silahını kullanamaz.

Bu durumda elde sadece döviz rezervi kalır. Doların değeri arttıkça, piyasaya dolar satarak, doların değerini düşürmeye çalışmaktan başka bir yol yok.

Peki rezervler ne durumda?

Merkez Bankası'nın rezervi şu anda 108 milyar Dolar seviyesinde. Bu rezerv oldukça iyi bir rakam. Epeyce bir cephane demektir yani. Günde 100 milyon Dolar satsan, 3 sene ağır bir savaş bile verebilirsin. Sadece rakamlara bakarak kandırılabilecek biriysen, evet, buna inanırsın. Ama işin aslı öyle değil.

Merkez Bankası'ndaki 108 milyar Doların, 70 milyar Doları zorunlu karşılık dediğimiz paradır. Yani sahibi Merkez Bankası değil, piyasadır. Merkez Bankası bu parayı satamaz, zira kendinin değil, bankaların Merkez Bankası'na koydukları zorunlu karşılıktır.

(Not: 2002'de 26 milyar Dolar olan Merkez Bankası rezervi, 100 milyar Doları aştı propagandasının da aslı budur zaten. Zorunlu karşılıklar arttığı için rezerv arttı. Ama net rezerv oldukça az.)

Önemli olan kısım burası: Merkez Bankası'nın elinde 38 milyar Dolar civarında bir net rezerv var. Bu rakamın büyük bir kriz için çerez olduğunu anlamak için Rusya'nın 420 milyar Dolarlık rezervine rağmen nasıl krize girdiğine bakmak lazım. Rusya 420 milyar Dolarlık rezerv ve üstüne bir de faiz artırımı yaptığı halde batıverdi.

Türkiye ise faiz artıramaz, rezervi de ortada hepi topu 38 milyar Dolar, bu gidişle elimizde pek bir silah olduğu söylenemez. Küresel piyasalar bizi nereye iterse oraya gideceğiz.

Elimizdeki rezervin yetersizliğini görmek için bir de kısa vadeli borç ödeme yükümlülüklerimizin ne olduğuna bakmak lazım. Türkiye önümüzdeki bir yılda 150 milyar Dolardan fazla dış borç ödeyecek. Elimizde ise 38 milyar Dolar var. Şirketler ve kurumlar, 150 milyar Doları bulmak için piyasaya yüklendiklerinde 38 milyar Dolar kapanın elinde kalır, Dolar da herhalde rekor kırma rekorunu kırar.

Küresel piyasalar durulmadan, Türkiye'nin yalnızca rezerv silahı ile yapabileceği hiçbir şey yoktur. Ya piyasaların durulması beklenecek ve bu çalkantı ülkeye zarar verecektir. Ya da "faiz lobisine" yenilgi kabul edilip, faizler artırılacaktır. Herkes kendi düşünsün. Eğer ilk ihtimal olacak diyorsanız, "Tayyip Erdoğan geri adım atmaz" diyorsanız size krizde ne yapmanızın iyi olacağını gösteren bu yazıyı okumaya davet ediyorum. Yok, ikinci ihtimal olur, AKP tükürdüğünü yalar diyorsanız içiniz biraz daha rahat olmalı.

4 Mart 2015 Çarşamba

Ekonomik Krizde Benimsenmesi Gereken Hareket Tarzı

İnsanın doğası gereği, zorluklarla mücadele etme eğilimi söz konusudur. İnsan doğal zorluklarla mücadele eder, ekonomik zorluklarla mücadele eder, siyasi zorluklarla mücadele eder. Eder de eder. Zaten insanlık tarihi bunun tarihidir.

İnsanın bir şeyle mücadele edebilmesi için, mücadele edeceği şeyin ne olduğunu ve ne gibi bir etkisi olduğunu bilmesi gerekir.

Örneğin depreme karşı koyabilmeniz için depremin ne olduğunu ve neye yol açtığını bilmeniz gerekir. Normalde bunu bilmeden yapılan bir bina doğal olarak yer çekimine karşı koymak için dikey yönlü dirençli inşa edilir. Ancak deprem yatay yönlü bir etki yaratır ve binayı yıkar. Eğer depremin yatay yönlü bir etkisi olduğunu bilmezseniz binanız yıkılır. İşte ekonomik krizde de durum aynıdır. Ekonomik krizin neyden kaynaklandığını ve neyi etkileyeceğini bilmezseniz, krize karşı önlem alıp mücadele edemezsiniz.

Türkiye'de çıkması olası krizin nasıl bir kriz olacağını, neyi etkileyeceğini anlamak için de Türk ekonomisini biraz anlamak gerekir.

Ekonomik faaliyetin en basiti, en sadesi alım satımdır, değiş tokuştur. Yani mal ile malın ya da mal ile paranın yer değiştirmesidir. Bir şeylerin böyle alınabilip, satılabilmesi için de üretilmesi gerekir.

Peki ekonomide üretim faktörleri nelerdir? Hepimiz biliriz, temel olarak 3 faktör vardır: Emek, Sermaye ve Doğal Kaynak. Bunları bir araya getiren bir de girişimci de sayılır bazen.

Şimdi çarşıdaki ekonomik faaliyetin üzerinden gerçekleştiği ürünlerin hepsine emek, sermaye ve doğal kaynak açısından bakmamız lazım. Çarşıda ekonominin üzerinden döndüğü mallara baktığınızda emek, sermaye ve doğal kaynak açısından yüzde yüz yerli bir ürün görmeniz ihtimali yoktur. Çayırağası Yoğurt diye bir marka bile olsa, o adam fabrika kurmak için kredi çekmiştir, kredi çektiği banka da yabancı fonlardan kredi almıştır diyebilirim. Ya da fabrikanın elektriği, termik santrallerden elde edilen ithal bir enerjidir. Zaten yüzde yüz yerli bir ekonomik model kurulamaz. Para bir yerden gider ona bir şey demiyorum ama bu gerçeği hep hatırlamamız lazım.

İşte bizim bu şekilde ülkemizden çıkan para cari açık olarak bildiğimiz bir ekonomik kalem halinde somutlaşır.

Türkiye'de geçtiğimiz 5-6 senede, tüketim körüklenmiş, tüketim çok olunca, ekonomi büyümüş ama aldığımız şeyler yüzde yüz yerli olamadığı için cari açık rekor seviyelere gelmiştir. Bu hareket tarzı cari açığı artırmış, ülkenin borçluluğunu yüksek seviyelere getirmiştir.

Peki şimdi ne oluyor? Dolar sahipleri ABD'ye yol alıyor. Bir şey piyasada azalınca değeri artacağı için, Türkiye'de de dolar değer kazanıyor.

Krize karşı sağlam bir pozisyon alabilmemiz için, doların değer kazanmasının Türkiye'ye yaşatacağı sonuçların ne olacağını kestirebilmemiz ve ona karşı önlem almamız gerekir.

Mesela bugün ben dolarla borç alacaksam, dolarla girdi sağlamadan borç almam. Ben dolarla gelir elde etmeyeceksem, dolarla borç almam çok saçma olur. Bu kararı nasıl veriyorum, doların artacağını tahmin ederek veriyorum.

Peki yukarıda anlattığımız ekonomik olaylar Türkiye'de neye sebep olur?

Hane halkı açısından dolar artışı ilk aşamada ithal malların maliyetinin yükselmesi anlamına gelir. Yani petrolden tutun iPhone'a her şeyi daha pahalıya almaya başlarsınız. Türkiye'de her alanda ithal girdi çok yüksek olduğu için, her şeyin fiyat artar. Zira enerjide doğal kaynaklarımız yetersiz olduğu için dışarıya bağlıyız. Doların artması, enerji maliyetimizi artırır. Bu da her alanı vuracaktır. Her alandaki fiyat yükselişine bildiğiniz gibi enflasyon diyoruz. Enflasyon artıp, alım gücü düşünce de, insanlar bir maaşla 1000 ekmek alabiliyorsa, 700 ekmek alabilmeye başlar. E bu durumda da ekmek fırınının satışı düşer, fırın da işçi çıkartır, işsizlik başlar.

Bu arada dışarıya olan borcumuzu ödeyebilmek için dolar ararken, faizleri de yükseltmek zorunda kalacağımızı ekleyelim. Faizleri yükselteceğiz ki, cebinde dolar olan adam Türkiye'ye gelsin, biz de ondan dolar alıp borcumuzu ödeyebilelim.

Başlık olarak yazarsak; enflasyon artıyor(yani alım gücü düşüyor), işsizlik artıyor, faizler artıyor, döviz artıyor.

Alım gücümün düşmemesi için ne yapmam gerekir? Öncelikle elinde bir birikim olması gerektiğini söyleyebilirim. Zira yüksek enflasyonda, birikimin yoksa zaten alım gücünü koruyacağın bir para da zaten olmayacaktır. Yüksek enflasyon ortamında bir maaşın değeri, o ay bitmeden düşer. Şimdi enflasyon artışı ile faiz ya da döviz artışını birbirine bağlayarak enflasyonun yıkıcı etkisinden korunmak mümkündür. Dolar enflasyon karşısında erimez ama dolar dönemlik iniş-çıkış içindedir. Doğru zamanda, doğru yerde olmak önemlidir ama zordur. Faiz ile de korunmak mümkündür, faiz en azından enflasyon oranında ve çoğu zamanda enflasyonun 1-2 puan üzerindedir. Şu anda köşeye 50 bin TL koyabilirsen, bunu faize koyarak ya da dolar alarak enflasyon ortamında alım gücünü koruyabilirsin. Ama 2000 TL maaşı koruyamazsın, zira maaşın neresini bankaya koyacaksın? Ekmek alacaksın bitecek.

Ayrıca işsizlik artışının seni vurmayacağını da söyleyemeyiz. İşsizliğin kurbanı olursan da, köşede birikmiş paranın olması işe yarayacaktır.

Bu dönemde kesinlikle yapılmaması gereken şey kredi çekmektir diyebilirim. Kredi çekmeyip, para biriktirmek sizin krizde pozisyon kaybetmemenizi sağlar.

Krize cebinde 100 bin TL ile girip, fakir fukara çıkacak adam yoktur. Kriz zar zor idare eden, iki yakasını zar zor bir araya getiren adamı vurur geçer. Zaten bu yüzden her kriz sonrası zengin daha zengin, fakir daha fakir olur. 100 bin TL bir zenginlik göstergesi değildir tabi ki ama cebinde 100 bin TL, 50 bin TL ya da 10 bin TL olması fark etmez, cebinde bir para olması krizden daha az etkilenmeni sağlar.

Kriz anında işten atılmış, bankaya ev kredisi borcu olan adam sonraki 5 sene kendini toplayamaz ama kriz anında bankada 100 bin TL'si olan bir adam kriz ortamı hafifleyince kaldığı yerden yaşamına devam eder.

Zaten kriz sonrası zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olması da bundan kaynaklanıyor. Krizden sonra ülke ekonomisi büyümüyor ki, zengin zenginliğini olabildiğince koruduğu, fakir sıfırı tükettiği için fark açılıyor.

Şu anda ben de kendi adıma, tasarruf ediyorum. Zaten son 2 senedir tasarruf etmekteydim. Buna devam edeceğim. Kimse de para harcarsam, tasarruf yapmazsam benim için daha iyi olmayacağını söyleyemez.

Diyelim ki işten atılmadım ya da o kadar yüksek enflasyon olmadı. Ne olacak? Benim yine birikimim duracak. Bir zarar mı etmiş olacağım? Hayır.

Bir de ben bir iş yapacağım zaman, o işi iş edinenlerin ne yaptığına bakarım. Ben küçük bütçemi yönetirken, milyar dolarları yönetenler napıyorlar? Şu anda borç mu alıyorlar? Kredi çekip ev mi alıyorlar? Koç, Sabancı ne yapıyor şu anda? Büyük borçların altına mı giriyorlar? Bu soruların cevaplarını çok kolay bulabilirsiniz.

2 Mart 2015 Pazartesi

Yanlış Ekonomik Tatmin Değerlendirmeleri ve Kazıklanan Memur

Ekonomik olarak AKP'yi kimler sevmemeli, kimler sevmemeli sorusunun üzerinde duracağım bu yazıda.

AKP iktidarının 12 yıllık yönetimi süresince maaş zamları hep konuşuldu. Hükümet %300'lere dayanan nominal artışlardan dem vururken reel artışlar konusunda sadece resmi ve teknik açıklamalar sırasında bilgi verdi. Bu 12 sene, taşeron işçi ve asgari ücretli işçi konusunda da büyük tartışmalara ve bilgi kirliliğine sahne olan bir 12 seneydi.

Peki gerçek rakamlar nedir? Asgari ücret, taşeron işçi ücreti ve memur maaşları nereden nereye geldi? Ya da gelmedi...

2002 yıl sonu asgari ücreti 184 TL iken 2014 yıl sonu asgari ücreti 891 TL olmuş. 2002-2014 yıllarında enflasyon oranı %181 civarındaymış. Bu durumda asgari ücrete enflasyon oranında zam gelseydi 2014 sonu asgari ücret 517 TL olacaktı. Oysa 2014 sonu asgari ücret 891 TL oldu. Yani reel artış oranı %72 seviyesinde gerçekleşmiş. Asgari ücretlinin alım gücü son 12 senede reel olarak %72 artmış. Yani maaşı neredeyse ikiye katlanmış.

2002 yıl sonu ortalama memur maaşı 578 TL iken 2014 sonunda bu rakam 2350 TL'ye gelmiş. Memur maaşına sadece enflasyon oranında artış gelseydi 1624 TL olacaktı. Buradaki reel artış %45 civarında olmuş.

Asgari ücret %72 reel artış yaşarken, ortalama memur maaşı %45 reel artış yaşamış.

Bu rakamlar gösteriyor ki, asgari ücretlinin AKP'den ekonomik olarak memnun olmaması için bir gerekçe yok. Memurun ise AKP'den memnun olması için salak olması lazım. 2002'den 2014'e memur maaşı özel sektör maaşına oranla epeyce gerilemiş. Örneğin memur da, asgari ücretli kadar zam almış olsaydı bugün 2350 TL olan ortalama memur maaşı 2800 TL olacaktı yani memurun 450 TL daha fazla geliri olacaktı. 

Tabi Türkiye'de insanlardan rasyonel davranış beklemek biraz anlamsız. Konda'nın yerel seçimde yaptığı araştırmaya göre işsizlerin %39'u AKP'ye oy verdiğini ifade etmişti. İşsiz bile AKP'ye oy veriyorsa, memurun hak ettiğinden az zam aldığı için AKP'ye oy vermemesi biraz zor. Zaten yine Konda'nın araştırmasına göre memurda da birinci parti AKP'dir. Türk insanından IQ ortalaması en az 20 puan daha yüksek batılı insan reaksiyonu bekleyerek boş beklentilere girmememiz lazım.


Kaynaklar
Enflasyon oranları
Memur reel artış oranı
Asgari ücret
Konda seçmen araştırması

1 Mart 2015 Pazar

Üçüncü Havalimanı, Hazine Garantileri ve Boşa Çıkan Araziler

2013 yılında İstanbul'a yapılacak yeni havalimanının ihalesi yapıldıktan sonra, Bahçeşehir Üniversitesi BETAM'dan Seyfettin Gürsel ile Tuba Toru, yeni havalimanına ilişkin bazı senaryoları değerlendirmişti. Ele alınan iki senaryo vardı.

İyimser Senaryo: Birinci senaryoya göre İstanbul'da yolcu sayısı 2013'te 54 milyon, 2019'da 80 milyon, 2030'da 158 milyon, 2043'te 201 milyon olacak. Bunu sağlayan ekonomik büyüme oranı 2013-2019 yıllarında %5, 2020-2030 yıllarında %4, 2031-2043 yıllarında %2 olmalı.

Gerçekçi Senaryo: İkinci senaryoya göre ise yolcu sayısı 2013'te 52 milyon, 2019'da 68 milyon, 2030'da 106 milyon, 2043'te 116 milyon olacak. Bunu sağlayan ekonomik büyüme oranı 2013-2019 yıllarında %4, 2020-2030 yıllarında %3, 2031-2043 yıllarında %1,5 olmalı.

Bugün itibariyle bu araştırmanın üzerinden neredeyse 2 sene geçti. Yani araştırmanın verdiği senaryoları değerlendirebileceğimi 2 senenin gerçek istatistiklerine şu anda sahibiz.

İstatistikler:

Son 2 senenin yolcu sayıları:
2013 yılı: 51.3 milyon
2014 yılı: 56.9 milyon

Son 2 senenin ekonomik büyüme oranları:
2013 yılı: %4
2014 yılı %3.5 (kesin sonuçlar henüz açıklanmadı)

Görünen o ki, son 2 yılın istatistikleri iyimser senaryoya değil, gerçekçi senaryoya paralel gitmiş. Ekonomik büyüme %5 değil, %4 veya altında kalmış. Yolcu sayısı 2013'te 54 milyon olması gerekirken, 51.3 milyon olarak gerçekçi senaryonun 52 milyon olan hedefine yakın bir noktada kalmış.

Buna göre Türkiye için iyimser senaryonun değil, gerçekçi senaryonun yaşandığını söyleyebiliriz.

Peki araştırmanın gerçekçi senaryosuna göre yeni havalimanı nasıl bir yatırım olacak?

2019 yılında havalimanı 749 milyon Euro zarar edecek.
2019 yılında devlet 154 milyon Euro Hazine garantisi ödeyecek.
2030 yılında havalimanının zararı 500 milyon Euro'ya düşecek.
İlk 12 yılda toplam 7.7 milyar Euro zarar edilecek, işletme yeterli yolcu sayısını yakalayamadığından ötürü zarar edildiği için 1 milyar Euro'ya yakın Hazine garantisi ödenecek.
Havalimanı ancak 13. yılda kar etmeye başlayacak.
Son 13 senede toplam 2.9 milyar Euro kar edecek.
İlk 12 sene edilen 7.7 milyar Euro zarardan, son 13 senede edilen toplam 2.9 milyar Euro kar çıkarılırsa, işletme 25 senede toplam 4.8 milyar Euro zarar etmiş olacak.

Neticede konsorsiyum 25 senede 4.8 milyar Euro zarar edecek. Hazine 1 milyar Euro garanti ödemesi yapacak. Konsorsiyum zarar ettiği için batarsa, konsorsiyumun aldığı inşaat kredileri de Hazine tarafından yine ödenecek. Toplam yolcu sayısı da hiçbir zaman kapasite olan 150 milyona ulaşamayacak.

Peki bu durumda neden böyle bir projeye kalkışılıyor. Bunu bilmek biraz zor, insanların kafalarının içine giremeyiz. Ama akla da bir şeyler geliyor tabi.

Yeni havalimanı İstanbul'un kuzeyinde 7785 hektarlık bir alan üzerine kurulacak. Senede 100 milyon civarı yolcuya hizmet veren dünyanın en büyüğü Atlanta Havalimanı ise 1900 hektarlık bir alan üzerine kuruludur. Dünyanın ikinci en büyük havalimanı Pekin Havalimanı ise yine 2000 hektar civarı bir alan üzerine kuruludur. 6 pisti ve 70 milyon yolcusuyla ayrı bir dev olan Chicago Havalimanı ise 2400 hektar civarında bir büyüklüğe sahiptir. Dünyadaki havalimanlarının boyutlarıyla kapasitelerini oranlarsak, yeni havalimanımız için en fazla 4500 hektar gerekeceği açıktır. Ama ne hikmetse proje alanı 7785 hektar olarak belirlenmiştir. Fazladan en az 3500 hektar söz konusu.

Bir diğer konu da mevcut havalimanıdır. Atatürk Havalimanı, 1180 hektarlık bir alanı kaplamaktadır. Böyle bir alanın değeri, arazinin m2'sine 1000 Dolar deseniz yaklaşık 12 milyar Dolar yapar.

Şimdi yeni havalimanı için ayrılan bölgedeki fazladan 3500 hektarı ve Atatürk Havalimanı'nın arazisi olarak bulunan yerdeki 1180 hektarı düşünürseniz, üstüne bir de yeni limanın işletme zararının ve ödenemeyen kredilerin Hazine'den karşılanacağını düşünürseniz, yatırım karlı olmasa bile birilerinin bu işi neden yapmak isteyeceği konusunda aklınıza güzel fikirler gelebilir.

BETAM'ın Yeni Havalimanı Araştırması

28 Şubat 2015 Cumartesi

Medcezir ve Hukuki Yardımın Önemi

Medcezir'in son iki bölümünde meydana gelen olaylar, diziyi takip edenlerin malumu. Hatırlatacak olursak: Kenan, Sude'nin boğazına sarılıp boğmaya çalışırken, Mira odaya girip yerdeki tabancayı alıp, Kenan'ı arkadan vuruyor. O sırada odaya giren Yaman, daha sonradan suçu üstlenip, Kenan'ı kendi vurduğunu söylüyor.

Bu durumda taraflar derhal hukuki yardım almış olsalar, Mira'nın yaptığı hareketin meşru müdafaa niteliğinde olduğu için ceza gerektirmeyecek bir durum olduğunu bilirlerdi ve sorun büyüyüp, karmaşıklaşmadan çözülürdü.

Meşru savunma hali, Türk Ceza Yasası'nın "Ceza Sorumluluğunu Kaldıran veya Azaltan Nedenler" bölümü altında yer almakta ve 25. maddede tanımlanmaktadır. Maddede "Gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anda hal ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez" denilmektedir.

Formülize edecek olursak
Başkasına ait bir hak: Sude'nin yaşama hakkı
Gerçekleşen haksız bir saldırı: Kenan'ın Sude'ye saldırması
Hal ve koşullara göre: Mira'nın bedensel olarak Kenan'ı engelleme gücü olmayıp, odada silah bulunması
Saldırı ile orantılı biçimde: Kenan'ın öldürme kastına orantılı biçimde
Defetmek zorunluluğu ile işlenen fiiller: Sude'ye yönelmiş saldırıyı defetme zorunluluğu

Şimdi bunları birleştirirsek görürüz ki; Mira, Sude'nin yaşama hakkına yönelen haksız bir saldırıyı, hal ve koşullara uygun ve saldırı ile orantılı biçimde defetme zorunluluğu içinde Kenan'a ateş etmiştir. Bu durumda da kanuna göre ceza verilmesine gerek yoktur.

Burada yalnızca Mira'nın, Sude'ye silahsız biçimde maruz kaldığı saldırıya karşı ateşli silahla müdahalesi orantılı görülmemelidir şeklinde bir tartışma olabilecektir ki, bu durumda da Türk Ceza Yasası'nın 26. maddesinin 2. fıkrası şöyle demektir: "Meşru savunmada sınırın aşılması mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmiş ise faile ceza verilmez."

Olayda, Mira'nın daha önce böyle bir olayla karşılaşmaması, yaşı, sosyoekonomik durumu, eğitim seviyesi, suça bulaşmamış olması gibi faktörler dikkate alındığında olay karşısında ciddi bir korku ve telaş yaşamasının muhtemel olduğu açıktır(Örneğin aynı durumda bir polisin, doğrudan ateş etmek yerine havaya ateş ederek saldırıyı durdurmayı denemesini beklemek gerekebilecektir). Bu durumda Mira, meşru müdafaada sınırını aşması söz konusu bile olsa ceza alması söz konusu olmayacaktır. Oysa dizideki akışta, suçu başkasının üstlenmesi tüm bu durumu ortadan kaldırıp, olayı bambaşka bir boyuta taşıyacaktır.

Neticeye gelecek olursak, hayatta yaptığımız her hareketin hukuken bir karşılığı vardır. Bunu bilmeden hareket etmek de büyük zararlar getirebilir. Her hukuki kuralı bilmek mümkün değil, hukukçular bile hepsini bilemez ama başımıza bir iş geldiğinde, çok geç olmadan hukuki yardım alsak, bir çok sorunu çok kolay biçimde çözebiliriz.

27 Şubat 2015 Cuma

CHP kapatılabilir mi?

Türkiye'de partiler Anayasanın 68. maddesine göre kurulur. Anayasanın 69. maddesi ise siyasi partilerin uyacağı esasları belirler. Anayasanın 69. maddesinin 5. ve 6. fıkrasında, bir partinin kapatılması için yine Anayasanın 68. maddesinin 4. fıkrasına aykırı hareket etmesi gerektiğini belirlemiştir.

Anayasanın 69. maddesinin 5. fıkrası şöyledir:

"Bir siyasî partinin tüzüğü ve programının 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir."

Yani parti kapatma sebepleri Anayasanın 68. maddesinin 4. fıkrasına aykırılıklardan ibarettir.

Anayasanın 68. maddesinin 4. fıkrası şöyledir:

"Siyasî partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez."

Fuat Avni adıyla matuf Twitter fenomeninin aktardığı biçimde İş Bankası üzerinden CHP'nin kapatılmasına ilişkin bir plan, 68. maddenin 4. fıkrasında sayılan ilkelerin hangisinin ihlal edildiğine dayandırılacaktır?

CHP'nin İş Bankası'nın ortağı olması ya da CHP'nin ortaklarından olan İş Bankası'nda iddia olunan usulsüzlüklerin yapılmış olması durumu fıkrada sayılanların hiçbirine aykırı değildir.

25 Şubat 2015 Çarşamba

Konut Yatırımı Nasıl Yapılır?

Liberal ekonomik düzen tüm dünyada orta sınıfı yaratmıştır. 1800'lerin sonlarına doğru, yaşamını idame ettirmekten fazlasını kazanan ama zengin diyebileceğimiz kadar da fazla kazanmayan bir sınıf oluşmuştur, buna orta sınıf denmektedir.

Orta sınıf, hayatını sürdürmek için ihtiyacı olandan daha fazlasını kazanır ama zengin de değildir. Adı üzerinde, orta sınıf. Orta sınıfın bu pozisyonu, sınırlı bir sermaye birikimi yapabilmesine olanak sağlar.

Bir üst sınıf üyesi, çok ciddi sermaye birikimi yapabilir. Orta sınıf ise bu kadar birikim yapamaz doğal olarak. Bu durum da orta sınıfı, az sermaye ile önemli karlılık sağlayan yatırımlara yöneltmiştir. Ayrıca hem yatırım, hem mevcut ihtiyacın karşılanabilmesi de tercih edilir. Bu noktada iki yatırım aracı öne çıkar: mevduat hesapları ve konut. Türkiye'de en yaygın iki araç konut ve banka hesabıdır.

Banka hesapları güvenilirdir, enflasyonun üzerinde kazanç elde edeceği kesindir, uzun vadeli değildir. Paranızı istediğiniz an geri alabilirsiniz(beklemeniz gereken vade 1 aydır en fazla).

Konut da güvenlidir, enflasyonun üzerinde kazanç getirecektir, kira geliri getirir ya da sizi kira ödemekten kurtarır ama hemen nakit haline getiremeyebilirsiniz.

Türkiye'de enflasyon oranlarının geçmişe göre düşük olması, banka faizlerinin çok düşmüş gibi görünmesine yol açmıştır. Eskiden enflasyon %18, faiz %20 idi örneğin, insanlar ise %20 faizi çok ciddi bir faiz olarak görüyordu halbuki reel faiz %2 idi. Şu anda da durum değişmedi. Şu anda bankalar %9-10 faiz veriyor, enflasyon da %7-8 olarak ölçülüyor. Reel faiz aslında eskisi gibi ama bu pek fark edilmiyor. Tabi bir de bankaların, şubeden açtığınız mevduat ile internetten açtığınız mevduata uyguladığı farklar, müşteriden müşteriye değişen oranlar da halkın her kesimine ulaşamıyor. Şu an için bahsettiğim %9-10'luk faiz, internetten hesap açtığınızda gördüğünüz orandır, belki şubeden %7 verirler.

Mevduatın durumu ortada, bu da onu cazip olmaktan çıkarıyor. Bunun yanında reklamlar, çılgın projeler gibi pazarlama ile öne çıkarılan inşaat ve dahi konut sektörü cazibe kazanıyor.

Yazının bu noktasına kadar genel bir değerlendirme yaptım. Bundan sonrası konut yatırımında dikkat edilmesi gereken hususlarla ilgili olacak.

İlk aşamada önemli olan konu, konutu özsermaye ile mi yoksa kredi ile mi alacağınız önemlidir. Buna göre yatırımınızın karlılık hesabı temelden değişir. Kendi paranızdan elde etmeniz gereken minimum getiri ile borç aldığınız paradan elde etmeniz gereken minimum getiri farklıdır.

İkinci aşamada, konutu edinme amacınız önemlidir. Buna göre yatırımın fizibilitesi değişir.


1. Oturma amacıyla konut edinme ile uzun vadeli yatırımda dikkat edilecek unsurlar aynıdır; önemli olan konu  kira bedeli ve evin değerinde meydana gelecek artıştır.

Kira bedelinde dikkat edilecek konu, evin kira bedelinin, evin fiyatının kaçta kaçı olduğudur. Yani kiraları biriktirirsem, bu evi kaç senede alırım sorusunun cevabını arayacaksınız. Burada sektörce makul kabul edilen 20 senelik bir süre vardır. Yani 200 bin TL'ye ev aldığınız zaman, (200000/240 ay) 850 TL'ye kiraya verebiliyorsanız bu makul bir yatırımdır. Bu oranlamada kiranın, ev bedelini karşılama süresi 20 seneden aşağıdaysa yatırım daha karlı demektir. Örneğin kirası 1000 TL olan bir evin bedeli 200 bin TL ise, 17 sene civarında bir süre ortaya çıkar ki, bu gayet iyi bir yatırımdır. Bu süre 20 yılın üzerine çıktığında ise tercih etmemeniz gerekir.

Kira ile ev fiyatı arasındaki ilişkinin yanında bir diğer önemli konu ise evin değerindeki artıştır.

Günümüzde yıllık bazda enflasyon oranı %8, mevduat faizi %10, kredi faizi %14 civarındadır diyebiliriz. Bu durumda kendi birikiminizle ev alıyorsanız, yıllık primi %10'un üzerinde olan bir ev almanız gerektiği açıktır. Kredi çekerek ev alıyorsanız, prim oranının %14'ün üzerinde olmasını tercih etmek zorundasınız.

100 bin TL'lik bir konutu tercih etmenizin rasyonel olması için 1 yıl sonraki değerinin:
- Kredi çektiyseniz, 114 bin TL
- Kendi birikiminizse, 110 bin TL'den az olmaması gerekir.

Bu iki konudaki değerlendirme her konut için ayrı ayrı yapılır ancak şu anda sektörde yaygın iki sorun var, bazı evlerin satış bedelleri çok yüksektir ama kiraları düşüktür ya da evlerin fiyatları çok yüksektir, %15 prim yapmaları ihtimali azdır. Yatırımcı bu durumda ne yapmalı?

Bu sorunlardan ilkinin kolay bir çözümü var: mobilyalı kiralamak. 150 bin TL'ye aldığınız 1+1 daireyi 650 TL'ye kiraya verirseniz, 20 senede parasını çıkarmaktadır. Bunu mobilyalı kiralama modeliyle düşürebilirsiniz. Boşu 650 TL olan bir dairenin mobilyalısı 1000 TL eder. Böyle bir evi 7000 TL'ye döşeyebilirsiniz. Aldınız mobilyaların ve beyaz eşyanın ekonomik ömrü 10 senedir, hadi hor kullanmaya bağlı olarak 7 seneye düşsün. Mobilyaların senelik amortisman bedeli yıllık 1000 TL eder, oysa mobilyalı olduğu için elde edeceğiniz fazla kira geliri senelik 4200 TL'dir, amortismanı düşersen 3200 TL ev sahibine kalacak fazla paradır. Yani senelik kira gelirin 11 bin TL olur, aylık ortalaması 910 TL eder. Bu durumda da yatırımın geri dönüşü 13-14 seneye düşer ki bu çok iyi bir rakamdır.

İkinci en çok rastlanan ise konut fiyatlarının halihazırda çok yüksek olduğu yerlerdir. Buna yapacak bir şey yok. Bu tip yerler zaten yatırıma uygun değildir. Oturma amaçlı alıyorsanız da, otururken kar edebileceğiniz bir modelin yerine karsız bir model tercih etmiş olursunuz. Yukarıdaki kriterlere göre yatırıma daha uygun yerleri tercih etmenizi tavsiye ederim ama karar sizin.

2. Şimdi ise kısa vadeli konut yatırımını inceleyelim.

Burada benim tavsiye ettiğim stil, birkaç ortağın tamamen öz sermaye ile işe girmesidir. Güvenilir bir firmadan, temelden tabir edilen biçimde yani projenin en başından alınacak bir konut bulunması gerekir. Bu durumda fiyatlar normal satış fiyatının, teslim tarihine göre değişmekle birlikte mutlaka daha azı olmalıdır. Aksi takdirde insanlar parasını bankaya yatırır, gelip 1 sene sonra bina bitince alır. Girdiğiniz riskin karşılığını oransal olarak almanız lazım.

Bir örnekle anlatacak olursak, 150 bin TL değerde bir evimiz olsun. Bu evi, teslimden 1 yıl önce alıyorsanız, en az %15 indirimli almanız lazım, yani 128 bin TL'ye. Ev teslim edilince de, yeni ev, güzel bir projedeyse ve fiyatları zaten inşaatçı tarafından şişirilmediyse ilk sene %15 gibi bir prim yapar ve 172 bin TL'ye çıkar değeri. Siz de 128 bin TL'yi 2 yılda 172 bin TL yapmış olursunuz.

Bu tarz yatırım için başta da dediğim gibi, tavsiye ettiğim model ortaklık modelidir. 2-3 arkadaş bir araya gelip güzel bir ortaklık kurulabilir. Her arkadaşın tek tek aynı evi alma parası olsa bile bence ortaklık kurmak daha faydalıdır. Örneğin 3 arkadaşın da 150 bin TL'si var. Hepsi ayrı ayrı tek bir ev alacağına, bu 3 kişi 3 ayrı yerdeki 3 eve ortak olarak girerlerse karlarını maksimize edeceklerdir.

24 Şubat 2015 Salı

Ankara'nın Gelişen Bölgeleri

2014 yılı Adrese Dayalı Nüfus Kayıt bilgileri açıklandı. Buna göre Ankara'nın 2013 yılında 5 milyon 45 bin kişi olan nüfusu, 5 milyon 150 bine çıkmış. Ankara'nın nüfusu 1 yılda 105 bin kişi artmış.

Bu artışı ilçelere göre incelediğimizde ilginç sonuçlar elde ediyoruz.

Çankaya'nın nüfusu 914 binde sabit kalmış.
Keçiören'in nüfusu 848 binden, 878 bine çıkmış.
Yenimahalle'nin nüfusu 591 binden, 608 bine çıkmış.
Mamak'ın nüfusu 568 binden, 587 bine çıkmış.
Etimesgut'un nüfusu 469 binden, 501 bine çıkmış.
Sincan'ın nüfusu 484 binden, 497 bine çıkmış.
Altındağ'ın nüfusu 359 binden, 361 bine çıkmış.
Gölbaşı'nın nüfusu 115 binden, 118 bine çıkmış.

En büyük nüfus artışını sayısal olarak Etimesgut yaşamış, 32 bin kişi ilçede yaşamaya başlamış. Ancak oransal artışta Etimesgut daha da önde, %6.8 büyüme yaşamış.

Ve bu rakamlarla daha önceden Sincan'ın gerisinde olan Etimesgut, Sincan'ı geçerek Ankara'nın 5. büyük ilçesi olmuş.

Etimesgut'un bu anlamda önü açık. Tabi nüfus anlamındaki artış, doğrudan inşaat sektörüyle de ilgili.

Etimesgut'ta Eryaman, Bağlıca ve Yapracık-Turkuaz bölgeleri olduğu müddetçe, zannediyorum ki 10 seneye Çankaya ve Keçiören'den sonra Etimesgut gelecektir nüfus açısından.

Zaten Çankaya ve Yenimahalle'den sonra en iyi yatırım alan ilçe Etimesgut'tur. Nüfus açısından da hızla ilerlemektedir.

32 bin nüfus artışı demek, 8 bin yeni konut demektir. Ortalama ev fiyatını 200 bin TL'den düşündüğümüzde bile 1.6 milyar TL'lik bir ekonomik büyüklükten bahsettiğimiz görülür. Bunun yaratacağı çarpanla Etimesgut'un ciddi bir ekonomik hareketlilik alanı olduğu açıktır.

22 Şubat 2015 Pazar

Eskişehir Yolu Gelişiyor: Şehitali-Yapracık İmar Planı

Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi, Şehitali Yapracık bölgesi ile ilgili 1/25000 ölçekli yeni imar planını yayınladı.

Büyütmek için tıklayınız

Bu plana göre artık Yaşamkent'e kadar dolan Eskişehir Yolu aksı, çevre yolunun dışında da Eskişehir Yolu çevresinden gelişecek. Bu yeni plana göre şu anda son yerleşim yerleri olarak görünen Turkuaz Vadisi ve Yapracık Konutları, ortada kalıyor. Daha da ileriye, Temelli'ye kadar konut-ticaret imarı açılıyor.

Bölgenin daha ayrıntılı imar planları şu anda yapılıyor. 2016 yılından itibaren burada yeni inşaatların yükselmeye başladığını göreceğiz.


Ayrıca bu bölgenin güneyinden geçecek Ankara-İzmir Otoyolu Projesi de bölgenin canlanmasını sağlayacak.